Pazar, Nisan 28, 2013

ÇESEKA – Adı yeter !

Tarih: 15 Ocak 2008 Salı… Yel yepelek evden fırladığımda saat 13.00’ü gösteriyordu. Gençlerbirliği’nin Adana Demirspor’la oynayacağı Türkiye Kupası grup maçı saat 13.30’da başlayacaktı. Acaba maç başlamadan yetişebilir miydim? Biraz zordu ama imkânsız da değildi.Telaşla otobüs durağına koşarken, şansım varmış ki o anda bir otobüs de durağa yanaştı. Ben de tempomu artırarak otobüse yetiştim ama nefes nefese kalmıştım. Son zamdan çok etkilendiği için üzgün ve solgun olan kartımı makineye okuttuktan sonra boş bir koltuğa oturdum. Sokullu Caddesi üzerinden Ulus’a giden otobüs her durakta biraz daha kalabalıklaştı ve binen yolcu sayısı çok fazla olduğu için duraklardaki zaman kaybı da arttı. İller Bankası’nın önündeki durağa geldiğimiz zaman saat 13.40’ı gösteriyordu. Kendi kendime söylendim: “Ulan kelek!” dedim. “Zamanında çıkmazsın yola, ondan sonra bu yaşta koş babam koş. Aha yetişemedin işte maça. Başlayalı on dakika olmuştur şimdi. On dakika da stada gideceğim diye geçer; gitti maçın yirmi dakikası!”


İller Bankası’nın oradaki ışıklar yayalara yeşil yanınca stada doğru bir koşu tutturdum ki demeyin gitsin. Allah sizi inandırsın, beni o halde görenlerden “Olimpiyatta beş bin metre mi koşuyorsun oğlum be!” diyenler olmuştur yani.


Neyse, 19 Mayıs Stadı’nın Gençlik Parkı karşısındaki kapısına geldiğimde saat tam 13.47 olmuştu. Koşmaya devam ederek Gecekondu’nun oradaki gişelere yöneldim. Bu arada içimden de görevlilerin, “Maç başlayalı on yedi dakika oldu. Bundan sonra nasıl olsa artık kimse gelmez” diyerek gişeleri kapatmamış olmalarına dua ediyordum


Ve ne yazık ki korktuğum başıma geldi! Gişeler kapalıydı. Polisler oradaydı ama gişelerde kimsecikler yoktu.


Polislere sordum: “Gişeleri kapatmışlar mı?”


“Valla kimse yok gişede. Bilmiyoruz biz de ne olduğunu.”


Ulan işe bak ya! Biz bir taraftar olarak hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan bu yaşta ve bu soğukta koşarak maça gelelim. Ama gişedeki elemanlar maç başladıktan sonra hiç olmazsa yarım saat bile beklemesinler.


Çok kızmıştım! Koşar adımlarla Maraton girişine seğirttim. Amacım Maraton’un önündeki güvenlik görevlilerine, kızgın olduğumu göstermeden küçük bir şaka yapıp, onlarla ahbap çavuş ilişkisi kurarak maça biletsiz girmekti.


Bu duygu ve düşüncelerle Maraton’un önüne geldim. İki güvenlik görevlisi kapının önünde yarenlik ederek vakit geçiriyorlardı.


“Selamın aleyküm arkadaşlar!” diyerek sıcak bir ortam yaratmak istedim ve tabii hemen karşılığını aldım: “Aleyküm selam usta! Gençler mi, Adana Demir mi?”


“Gençler… Ama görüyorum ki bu maçın önemi nedeniyle gişelerde bilet kalmamış herhalde bilader!”


“Ne?”


“Bilet kalmamış herhalde diyorum. Gişeler kapalı da…”


“Şaka yapıyorsunuz herhalde.”


“He he he… Evet, şaka yapıyorum tabii. Nereden anladınız?”


“Bu statta yer çoktur. Ne zaman gelirseniz gelin bilet bulunur da ondan.”


“Eee! Niye kapalı o zaman gişeler?”


“Maç saat 16.00’da başlıyor. Daha açılmaz tabii.”


“Saat 16.00’da mı? Hay canını albızlar alsın! Ben 13.30 diye biliyordum ya! Ne yapacağız şimdi?”


“Valla sen erken gelmişsin usta. Biraz dolaş istersen. Yarım saat sonra falan gelir gişedekiler.”


“Tüh! Hava da çok soğuk be! Nasıl dolaşacağız şimdi dışarıda? En iyisi bir kahveye gidip çay içmek anasını satayım.”


“Öyle tabii. İçiniz ısınır.”


“O zaman ben ufaktan ufaktan, şuradan yaylanayım. Hadi eyvallah!”


Stattan çıkarak eski Meclisin önünden Anafartalar’a yöneldim. Oradan da Konya Sokağa girip elektronikçileri gezmeye başladım. Envai çeşit uydu alıcıları ve modüller sergileniyordu vitrinlerde: Yazılımlısı, yazılımsızı, yabancı şifreli kanalları kartsız çözeni, kartlı çözeni… Ne istersen, arzuna göre bastır parayı al anasını satayım! Nitekim ben de şöyle şekilli bir uydu alıcısı alsam da evdeki emektarı değiştirsem mi acaba diye düşündüm ama sonra vazgeçtim. Neden? Çünkü elimde uydu alıcısıyla stada girmeye kalkarsam, statta kaynana zırıltısını bile yasaklamış olan Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün görevlileri uydu alıcısını sahaya atabileceğim gerekçesiyle elimden alabilirlerdi ve çıkışta da geri alamayabilirdim de ondan! Ne olur ne olmaz! Çaktınız köfteyi!


Bu duygu ve düşüncelerle yeni uydu alıcısı alma düşüncemi başka bir güne erteledim ve sıcak çay içebileceğim bir kahve aramak üzere Maliye Bakanlığı’nın eski binasının arka tarafında kalan sokaklara yöneldim. Daha önce o sokaklardaki kahvelerden birinde çay içmişliğim vardı. Çocukluğumun Polatlı’sında babamın ocakçı olarak çalıştığı kahveye çok benziyordu. Aynı kahveyi elimle koymuş gibi buldum. Hiç ara vermeden üst üste tavşankanı renginde üç bardak sıcak ve taze çay içerek kendime geldikten sonra Rüzgârlı Sokak üzerinden stada doğru yola çıktım.


Stada geldiğimde saat 15.00 olmuştu. “İnşallah gişeler açılmıştır” diye dua ederek gişelere doğru giderken Maraton girişinin orada Umut Kuruç’u gördüm. Bir yandan bana el sallıyor, bir yandan da biletini gösteriyordu. Hoş geldin, beş gittin derken hepimizin çok yakından tanıdığı ve sevdiği, yılların Gençlerlisi Muhtar amca geldi yanımıza. Onunla da sarılıp kucaklaştıktan sonra, Muhtar amca bize o ayazda bırakın reddetmeyi, üzerine balıklama atlayacağımız bir teklifte bulundu: “Gelin gençler, aha şuradaki Çalışkanlarspor’a gidelim de birer çay içelim!”


Tabii ben, arsızlık edip de hemen teklifin üzerine atlamış görüntüsü vermemek için “Bilmem ki, olur mu ki, gitsek mi ki, kem küm…” gibi bir şeyler söylemeye çalıştım. Ama sonra “Madem istiyorsun, seni mi kıracağız? Hadi gidelim de birer çay içelim bari be Muhtar amca!” dedim. Umut da tamam deyince hep birlikte stadın altındaki amatör kulüp odalarından birinde bulunan Çalışkanlar Spor Kulübü’ne kapağı attık.


Kısa adı ÇSK olan Ankara’nın oldukça eski amatör kulüplerinden mor-beyaz-mavili Çalışkanlar Spor Kulübü’nün başkanı Sefa Taşkıran ile kulüp idarecisi Zeki Öymez bizi çok sıcak karşıladılar ve oturmamız için hemen birer tane plastik sandalye ayarladılar: “Ooo! Muhtar amca hoş geldin, hoş geldin. Buyurun, buyurun! Sizler de hoş geldiniz.”


“Arkadaşlarla beraber bir çayınızı içelim dediydik de Sefa başkan.”


“Tabii, tabii… Ne demek canım! Çayı da şimdi demlediydik zaten. Hep beraber içeriz şimdi!”


Muhtar amca bana döndü: “Ben buraya hep gelirim biliyon mu? Sağ olsunlar tanırım hepsini. Demli çaylarını içerim bir güzel.”


“Sen de sağ ol Muhtar amca!”


“Çok iyi arkadaşlardır, sizden iyi olmasın!”


“O senin iyiliğin Muhtar amca!”


Sefa başkan, bir yandan masasındaki futbolcu lisansı, liste gibi belgelerle uğraşırken, bir yandan da dış sahadaki antrenman için gelmiş olan genç futbolculara öğüt verip uyarılarda bulunuyordu: “Hava çok soğuk aslanım. Aman sıkı giyinin, sırtınızı sağlam tutun da üşütmeyin ha!”


Ben, kısa süren tanışma faslından sonra hemen lafa girdim: “Bu Ankara’daki amatör takımlar içinde ismini en sevdiğim takımlardan biri ÇESEKA, öteki de Onbirateş’tir. İkisinin de adı çok şekilli yani. Hele sizin takımın kısa adının söylenişi var ya, bitiyorum valla! Aynı CSKA Moskova ya da CSKA Sofya takımlarını andırıyor.”


Sefa başkanla Zeki başkan, bu methiyemi onaylayan utangaç ve kalender bir gülümsemeyle kafalarını salladılar.


“Başkan, bu Çalışkanlarspor esas olarak nerenin takımı?” diye sordum.


“Çinçin’in takımıyız” dedi Sefa başkan. “Doğma büyüme Çinçinliyiz. Bizim Zeki’yle tam kırk beş senedir ruh gibi arkadaşız. Kırk beş senedir yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez. İkimiz de emekliyiz şimdi. Ta 1976’da federe olduk. O zamandan beri de burada böyle devam ediyoruz işte.”


“Kaçıncı amatör kümedesiniz?”


“Amatör kümede takımımız yok maalesef! A genç, B genç ve C genç kümede oynuyoruz.”


“Yapma ya! Niye?”


“Para yok, pul yok! Nasıl oynayalım?” diyerek söze girdi Zeki başkan.


Sefa başkan da onu tamamladı: “Amatör maçların çoğunu Batıkent, Sincan gibi uzak sahalarda oynatıyorlar.”


“Bir servis 100 liradan aşağı değil yani. Nasıl götürüp getirecen futbolcuları?” dedi Zeki başkan.


Sefa başkan, arkadaşı Zeki’yi onayladı ama yine de bir açık kapı bıraktı: “Biz de emekli adamlarız. Para bulmak kolay değil yani… Ama gene de önümüzdeki sezon ikinci amatörden başlasak mı acaba diyoruz arkadaşlarla.”


“Valla iyi olur ya!” dedim. “ÇESEKA gibi bir takıma amatör küme yakışır yani!”


“İnşallah bakalım! Ama çok sıkıntılı oldu artık bu iş. Misal buradan da çıkarmak istiyorlar bizi. Zaten elektriği kesik, suyu akmaz. Bugün elektriğin olduğuna, suyun aktığına bakma. Gençler’in maçı var ya, ondan… Maç olmadığı zaman ikisi de kesik!”


“Bu kadarı da ayıp ya!” dedim. “Ayıp ediyorlar yani!”


“Öyle!” dedi Sefa başkan, üzüntülü bir sesle.


Zeki başkan da derdini dökmeye yer arıyordu sanki: “Zor ama seviyoruz işte kulüple uğraşmayı. Bizden başka da kimse kalmadı ilgilenecek biliyon mu? Biz de ne yapalım, kahve köşelerinde pineklemektense burada gençten futbolcu neyim yetiştirelim, bir işe yarayalım diyoruz işte.”


“Haklısınız valla ya! Amatör kümede kulüpçülük zor iş doğrusu... Ben de bizim Polatlı Esentepespor federe olmadan önce bir yıl başkanlık yaptığım için bilirim biraz. Biz 80’li yıllarda çok uğraştık ama sokamadık o zaman takımı amatör kümeye.”


Esentepespor’da yöneticilik yaptıysan Ahmet Kaynak’ı da tanırsın herhalde.”


“Tanırım tabii canım. Tanımaz mıyım?”


“Bazen buralara geldiğinde görüşürüz hala. Bir de şey vardı, idareci… Neydi adı ya? Dilimin ucunda ama… Dur, dur… Hah Bekçi Ahmet!”


“Köse Ahmet’i diyorsun değil mi? Tanırım tabii, tanımaz mıyım? O benim mahalle arkadaşım… Takımı amatör kümeye sokmak için en çok o uğraştı zaten. Her gün Polatlı’dan Ankara’ya geldiğini bilirim yani.”


“Bir de antrenörü vardı Esentepespor’un. Adı neydi la Zeki?”


“Deli Burhan’ı mı diyon?”


“Hah, tamam. Deli Burhan!”


“Vay be! Bizim Deli Burhan’ın namı Çinçin’de bile duyulmuş yani. Evet, biz de mahallede öyle derdik. Ama şimdi duyduğuma göre antrenörlükte uzun zaman geçirince lakabı da değişmiş.”


“Öyle mi? Ne olmuş?”


“Otto Burhan! Hani Otto Bariç var ya, lakabı ondan geliyor herhalde.”


“Demek Otto Burhan ha? Burhan iyi çocuktur ya! Bir de Gogo var, tanıdığım. Amigo…”


Nedendir bilmem, babam da dâhil mahalledeki birçok kişi asıl adı Hacı Mustafa olan Ogu’ya “Ogu” diyemez, “Gogo” ya da “Gogu” derdi. İşte şimdi de Sefa başkan, bizim Ogu’ya babam gibi “Gogo” diyordu. Hemen düzeltmek için üstüne gittim: “Bizim Ogu’yu diyorsun, öyle değil mi?”


“Evet, evet. Onu diyorum, Gogo'yu…”


“Ogu bizim Esentepe'nin bebelerindendir. İyi arkadaşımdır. Yıllardan beri de Polatlıspor’un amigosu... Hiç bırakmadı ya! Geçen hafta Polatlıspor-Yenimahalle Belediyespor maçında birlikteydik. Bayağı tezahürat yaptık yani.”


Sefa başkan kafasını sallayıp, “Demek Gogo geçen hafta buradaydı ha!” diyerek gülümsedi. Sonra da başka bir konuya geçti: “Gençler’deki Mehmet Çakır var ya…”


“Hee!”


“Sokullu’nun bebelerindendir o, biliyon mu? Babası da arkadaşımdır yani. Damacanayla su satardı babası.”


“Öyle mi?”


“Tabii. Amcasının da halk otobüsü vardı. Çakır da aha şu kadarcık bir bebeydi; amcasının otobüsünde çalışırdı bazen. Orada çok gördüm onu.”


“Vay be! Demek öyle! Çakır’a bak ya!”


“Şimdi iyi futbolcu oldu kerata! İyiliğine de iyi çocuktur, ben severim yani.”


Bu arada çay demini almış, ortalığı taze çayın nefis kokusu kaplamıştı. Büyük cam kupalarda ikram edilen sıcacık demli çaydan ilk yudumu alırken gözüm duvardaki gazete sayfasına ilişti. Asaşlı Zafer’in ayağının kırıldığına ilişkin bir haberdi bu: “Ooo! Şu duvarda asılı gazete haberindeki kim yahu? Bizim Zafer değil mi o?”


Umut heyecanla atıldı hemen: "Evet, evet. Zafer bu..."


“Hee! Asaşlı Zafer! Biz verdik onu Asaş’a, biliyon mu? Cem Onuk’la iyi tanışırız da...”


“Yapma ya! Çalışkanlar’dan yetişti yani?”


“Tabii. İyi çocuktur. Çok severim ben. Hakikatli çocuktur Zafer.”


“Öyledir. İyi çocuk gerçekten…”


“Hani Ordu’da bacağı kırılmıştı ya, işte onun haberi bu duvarda asılı olan…”


“Yaa! Bacağı kötü kırılmıştı çocuğun. Ama iyileşti sonra."


“İyileşti, iyileşti. Hani bir de İlker vardı ya Gençler’de."


“Hee!”


“O da bizim Çinçin’in bebelerindendir. Bizden gitti Gençler’e. Çok küçüktü, lisede okuyordu daha.”


“Biliyorum İlker’i, biliyorum. Elinde lise kitaplarıyla okula giderken fotoğrafı çıkmıştı gazetelerde. Ne iyi çocuktu o ya. Yetenekliydi biliyor musun? Gerçi Gençler’de pek fazla kalamadı ama iyi çocuktu yine de.”


“Öyleydi. Bak, aha bu da fotoğrafı…”


“Nerede şimdi İlker?”


“İlker mi? Sarıyer’de oynuyor şimdi. Bizim Zeki’nin oğlunun adı da İlker. O da profesyonel futbolcu.”


Söz oğluna gelip dayanınca, Zeki başkan gururla karışık bir utangaçlıkla gülümseyerek, “Bizim Çinçin’den çıkan iki topçunun adı da İlker” dedi. “Biri İlker Dalçiçek, öteki de İlker Öymez, yani benim oğlan! ”


“Senin oğlan hangi takımda?”


“Adanaspor’da oynuyor şimdi.”


Nefis çaydan okkalı bir yudum daha aldıktan sonra sordum: “Öyle mi? İyi iyi… Ne güzel ya! Nasıl durumu? Kadroya girebiliyor mu?”


“Giriyor, giriyor. Girmez mi? İyi yani. Allah’a şükürler olsun.”


“Kaç yaşında?”


“Yirmi yedi yaşında.”


“Ooo! Yaşı biraz ilerlemiş ya! Hani, diyecektim ki inşallah daha üst liglerde oynar. Ama biraz zor gibi ha?”


“Öyle. Zor tabii bu yaştan sonra… Ama olsun, onun için bu kadarı da iyidir yani.”


“Nasıl, parasını zamanında alabiliyor mu? Yoksa boşa mı kürek çekiyor? Parasını zamanında almak da bir futbolcu için önemli yani, öyle değil mi?”


“Zamanında alıyor parasını canım. Bir sorunu yok. Kendine yeter yani. Başkan iyi adam Allah için. Allah ondan razı olsun.”


“Adanaspor nasıl? Takım iyi mi?”


“İyi iyi. Gruptan çıktılar işte. İyi adamlar var. Tecrübeli adamlar var. Hani Angaragücü’nde bir Yılmaz vardı ya, Yılmaz Özlem…”


“Hee!”


“O da Adanaspor’da biliyon mu? Benim oğlanla beraberler.”


“Vay be! Yılmaz futbolu bırakmadı mı daha yahu?”


“Yok, bırakmadı. Oynuyor hala. Otuz altı yaşında ama gençlere taş çıkartır valla. O kadar hırslı yani.”


“Yılmaz iyi futbolcuydu ya! Hele o frikikleri yok mu?”


“Bir frikikler atıyor hala, bir görecen. Olmaz böyle bir şey ya! Müthüş valla! Bayağı da gol attı yani frikikten biliyon mu?”


“İyi ya! Yılmaz, futbolun emektarlarındandır valla. Elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışır hep.”


“Öyle tabii. Takımın da abilerinden... Güzel toparlıyor yani takımı. Ne diyelim, kazanıyor işte ekmeğini. Helal olsun!”


Bu arada kulüp odasına genç çocuklar gelmeye devam ediyor ve giysilerini değiştirerek biraz sonra başlayacak antrenmana hazırlanıyorlardı. Sefa başkan da her geleni soğuk havada üşütmemesi, sırtını sıcak tutması için uyarmayı ihmal etmiyordu.


Sohbet böyle sürüp giderken aklıma 1973 yılında yaşadığım bir anı gelince Sefa başkanla Zeki başkana sordum: “Ya bu Çinçin, Ziraat Fakültesi’nin neresine düşüyor?”


“Ehem! Şimdi Ziraat Fakültesi’nin arka tarafından yukarı doğru gidiyon tamam mı? Siteler tarafına doğru… Siteler’i biliyon mu? Telsizler’e yakın…”


“Tamam, tamam… Sanırım Çinçin’di orası. Ben, 1973 yılında on yedi yaşındayken ön kayıt yaptırmak için Ziraat Fakültesi’ne gitmiştim biliyor musun? Zaten o zaman Ankara’yı da iyi bilmiyorum yani. Oradan çıkınca tersim dönmüş, yolumu kaybetmişim. Böyle olunca tanımadığım, bilmediğim bir mahalleye girdim.”


“Eee!”


Muhtar amca burada lafa karıştı: “Mahallenin bebeleri, bizim kızlara asılıyon diye doğdüler mi yoksa seni? He he he!”


“Yok canım, dayak falan yemedim” dedim. “Tam tersi, bir kahvenin önüne geldiğimde, Ziraat Fakültesi’ne ön kayıt yaptırmak için Polatlı’dan geldiğimi, Ulus’a gitmek istediğimi ama yolumu, yönümü kaybettiğimi söyleyip yol sordum. Sağ olsunlar iyi insanlardı. Yol gösterdiler, çok yardımcı oldular valla! Onların tarifiyle tekrar geldiğim yere geri döndüm, doğru yönümü buldum, sonra da bir dolmuşa atladığım gibi ver elini Ulus!”


Sefa başkan, “O zamanlar iyiydi bizim Çinçin” dedi. “Yardım ederlerdi yabancılara. Adam doğdükleri de olurdu gerçi amma… Hak edenleri doğerlerdi tabii.”


“Şimdi nasıl acaba Çinçin?” diye sordum.


“Tadı yok!” dedi Sefa başkan üzüntülü bir sesle. “Çinçin eskisi gibi değil artık. Eskilerden pek kimse kalmadı. Giden gidene… Evler de yıkılacak zaten. Yakında tam çakal çukal yatağı olur yani.”


“Öyle!” dedi Zeki başkan gülümseyerek. “Ben hariç tabii! Ben ayrılamadım, bırakamadım işte bir türlü.”


Sefa başkan onaylayarak kafasını salladı: “Misal, ben de Keçiören’e taşındım. Herkes bir yere dağıldı anlayacağın. Ama bizim Zeki hala orada. La Zeki, bir sen kaldın Çinçin’de ama sen de gidersin yakında. Eli kulağında yani… Öyle değil mi?”


“Hee! Bize de yol görünüyor” dedi Zeki başkan.


“Hayrola?”


“Valla Çinçin’i boşaltacaklar işte. TOKİ (Toplu Konut İdaresi) toplu konut neyim yapacakmış. Aktaş Mahallesi var ya, oradan doğru geliyorlar bu tarafa. Bizim Çinçin’dekilerin de arsa tapu tahsis belgeleri var biliyon mu? Misal on iki katlı, on dört katlı apartmanlar dikip, bir daireyi 80.000 YTL’ye satacak; birazı peşint, geri kalanı uzun taksit…”


“Bedava vermiyor yani?”


“Yok canım, ne bedavası! Parayla satacak konutu.”


“Peki, konut sahiplerinin evleri ne olacak? Arsa bedelleri ne olacak?”


“Arsa bedeli yok. Evi de kendi yıkmıyor yani. Misal, 2.500 YTL yıkma parası verip sana yıktıracak. Sonra da problem çıkarsa, bana ne gardaşım, parayı alıp evini kendin yıktın deyip çıkacak işin içinden. He he he!”


“Demek öyle ha?” dedim.


“Öyle!” diyerek kafasını salladı Zeki başkan. Oldukça düşünceli ve kaygılı görünüyordu. Doğduğu ve bugüne kadar yaşadığı Çinçin’den bir gün ayrılmak zorunda kalacak olması onu tedirgin ediyor gibiydi sanki.


Artık çaylarımızı bitirmiştik. Muhtar amca saatine baktı ve “Namaz vakti yaklaştı” der gibi “Maç vakti yaklaştı. Hadi bize müsaade!” diyerek kalktı. Biz de ÇESEKA’nın bu iki emektar ve kalender yöneticisine, kırk beş yıl boyunca birbirinden hiç ayrılmamış iki can arkadaşa çay için teşekkür ettik; tanıştığımız için memnun olduğumuzu söyledik. Vedalaşıp, Maraton girişinden stada girdik.


Muhtar amca statta gördüğü bir arkadaşıyla birlikte Maraton’un soluna yöneldi. Maçın başlamasına biraz daha zaman vardı Biz de Umut’la Çaycı Memiş’in yanına gittik. Ve orada da kendiliğinden bir futbol sohbeti başladı. Anlaşılan Çaycı Memiş de takımdan memnun değildi. “Böyle de olmaz ki canım!” dedi. “Takımın takım gibi oynaması lazım... Futbolcuların paslı oynaması lazım... Atılan paslar hiç yerini bulmuyor kine!”


“Haklısın” dedim. “Organize olamazsan işte böyle sürünürsün!”


“Misal, hani bir zamanlar Moşe, Kuşe, Kona geldiydi ya…”


“Hee!”


“O gün spor yazarları kupası maçı var tamam mı? Bu Moşe, Kuşe, Kona da yeni gelmişler yani.”


“Biliyorum. İlk geldikleri sezonu söylüyorsun.”


“Evet. İlk geldikleri sezon… Maçın ilk devresinde takımdaki öteki futbolcular bunlara hiç top atmıyorlar tamam mı? Tabii onlar da hiçbir şey yapamıyorlar. Nasıl yapsınlar kine! Top gelmeyince…”


“Bazen olur öyle. Yeni gelenlere pek top atmaz eski futbolcular.”


“Evet. Neyse, devre oldu. Cavcav aşağı bir indi. Hepsine fırçayı attı ki, ikinci devrede herkes bunlara top atmaya başladı.”


“Bak sen! Demek öyle ha? Cavcav aşağı inince...”


“Tabii. İnmez mi? İyi pas alınca, baktım başladılar onlar da sallamaya! İşi bilecen gardaşım. Sen top atmazsan nasıl oynasın adam? Öyle değil mi?"


“Öyle!” dedim. “Neyse, hadi sana hayırlı işler!”


“Sağ ol!”


Artık maç başlamak üzereydi. Biraz hafta arası, biraz da hava çok soğuk olduğundan, biraz da zaten her zaman öyle olduğu için tribünlerde fazla seyirci yoktu. Gençlerbirliği taraftarları Sağ Kapalı ve Maraton’da, Adana Demirspor taraftarları ise Sol Kapalı’daydı. Kale arkası tribünleri ise kapatılmıştı. Böylesine soğuk bir havada ellerinden geleni yapmaya çalışan tüm futbolcuları, teknik adamları, hakemleri ve maça gelen vefakâr futbolseverleri de kutlamak gerekiyordu.


Hakemler ve takımlar sahaya birlikte çıktılar. Hem Gençlerbirliği’ni hem de Adana Demirspor’u ayrı ayrı çağırdık tribüne.


Gençlerbirliği, maçın 14. dakikasında Mehmet Çakır’ın attığı golle Adana Demirspor’u 1–0 yenerek gruptan çıkmayı garantiledi. Oldukça iyi bir takım oluşturmuş olan Adana Demirspor da dirençli bir futbol oynadı. Bir topları direkten döndü. Vefakâr taraftarları da Sol Kapalı’da yaptıkları tezahüratlarla takıma iyi destek verdiler.


Maçtan sonra futbolcularımızı tribüne çağırıp alkışladık. Bu arada El Saka’ya Arapça, “EL SAKA EL SAKA! BEHABBEK EL SAKA!” diye tezahürat yaparak onu sevdiğimizi söyledik.


Ardından, Sefa başkanın deyişiyle Sokullu’nun bebelerinden olan Mehmet Çakır da kendine yakışan bir güzellik yaptı ve tel örgülere kadar gelerek, formasını çıkarıp seyircilere yolladı. Formayı küçük bir taraftar kardeşimiz aldı ve böylece yaşamı boyunca unutamayacağı güzel bir anının sahibi oldu.


Rüzgârlı Sokak tarafındaki kapıdan çıkarken, Atatürk Spor Salonu’nun yanına geldiğimizde, zaten zirveye çıkmış olan keyfimizi cilalamak için Nedim’in de önerisiyle hep birlikte güzel ve coşkulu bir “BİR BABA HİNDİ” çektik:


BİR BABA HİNDİ!
HEEY ALLAH!
OLAYDI ŞİMDİ!
HEEY ALLAH!
PİLAVI DA BENDEN!
HEEY ALLAH!
KAŞIĞI DA SİZDEN!
HEEY ALLAH!
YALLAH YALLAH!
HEEY ALLAH!
YALLAH YALLAH!
HEEY ALLAH!


Çok güzeldi!


Arkadaşlarla vedalaşıp, Dikmen otobüslerinin yanaştığı Büyük Tiyatro’nun önündeki durağa yöneldim. Maç sırasında pek hissetmemiştim ama stattan çıkınca anladım ki ayaklarım soğuktan buz kesmişti. Neyse ki çok fazla beklemeden körüklü, eski bir İkarus otobüs çığlık çığlığa durağa yanaştı ve bizi de aldıktan sonra sarsılıp inleyerek yeniden hareket etti. Bereket versin emektar İkarus’un içi sıcacıktı ve o dondurucu Ankara ayazında iyi geldi tabii. İş çıkış saati olduğu için otobüs her durakta binenlerle biraz daha doldu ve Güvenpark’ın önündeki durakta, telaşla evine gitmeye çalışan bir yığın yolcunun da hücum edip itiş kakış binmesiyle iyice yükünü aldı. Yeniden tıngır mıngır yola çıktık. Meclis kavşağından sonra biraz içim geçmiş, dalmışım.


Dikmen Polis Evi karşısındaki durağa kadar geçen o kısacık sürede gördüğüm minik rüyada kendimi ÇESEKA’nın kulüp odasında Muhtar amca, Umut, Sefa başkan ve Zeki başkanla konuşurken buldum. Ellerinde birer bardak demli çay, neşeyle gülümsüyorlardı.


Ve bir ara hep birlikte, koro halinde şöyle dediklerini duydum: “Bu ÇESEKA var ya gardaşım, bu ÇESEKA. Şekil şemal budur! Adı yeter be! Öyle değil mi?”


“Evet, öyle!” dedim. “Haklısınız valla. Şekil şemal budur! ÇESEKA: Adı yeter!”


Tam o anda emektar İkarus, Dikmen Polis Evi durağında çığlıklarla sarsılarak durunca gözlerimi açtım. Dışarıda kar, fazla hissettirmeden ince ince yağıyordu. Pencerenin buğusunu sildim ve dışarı baktım. Bir an için ÇESEKALI Zeki başkanın Çinçin’e bağlılığı ve Çinçin’de yıkılacak evler hakkında söylediklerini anımsadım. Âşık Mahzuni’nin, 1970’li yıllarda ortalığı kasıp kavuran ve en çok da kendisiyle Edip Akbayram’dan dinlemeyi sevdiğim o tadına doyulmaz naif türküsü yankılandı kulaklarımda. Sözlerinin bir bölümü anımsadığım kadarıyla şöyleydi:

İNCE İNCE BİR KAR YAĞAR,
FAKİRLERİN DÜZÜNE.
NEDEN FELEK İNANMIYOR?
FUKARANIN SÖZÜNE.

YANDIK YANDIK,
ÖLDÜK ÖLDÜK.
BİZ AÇLIKTAN.
ETME AĞAM N’OLUR!
N’OLUR, N’OLUR, N’OLUR!

ADAM MI ÖLÜR?
YOL YAPILINCA,
OKUL OLUNCA,
TOPRAK VERİNCE,
İNSAN SEVİNCE.
N’OLUR, N’OLUR, N’OLUR!

Kalın sağlıcakla.

Necdet Özkazancı

Hiç yorum yok:

Gürzafer ikinci yarıda coştu

İstanbul 2. Amatör Lig 6. Grup'ta şampiyonluk mücadelesi veren Gürzaferspor sahasında 1453 İstanbul Asspor'u 5-1 yendi ve lider Meci...